BİR EŞZAMANLI KARŞILAŞMA DENEYİMİ: BİTLİS

Bitlis’te karakovan balına kadın eli değiyor. İyi ki de değiyor. 

Tuhaf Yıldızlar Dünyaya Bakıyorlar Gözlerini Kırpmadan romanında Emine Sevgi Özdamar şöyle bir soru sorar: “Herkes uyumak için yatağa gidince mi bir şehir düşünmeye başlar?”.  Peki bir şehir neyle düşünür? Dağları, kalabalıkları, gecenin bir vakti aniden patlayan sokak lambalarıyla belki. Van Gölü ile Mezopotamya’yı birleştiren, nice kervanların güzergâhı olmuş bir şehir Bitlis ve bizce en çok tatlarla, kokularla düşünüyor.

Dar, derin, devasa bir vadi. İlerledikçe anlıyoruz ki metropollerdeki boğucu gürültü, bitişiklik, görüntü tufanı, sürekli yenilip sergilenen o fantazmagori arkada kalıyor. Dalıp gitmek var şimdi, boşluk ve olağan bir başıboşluk, sessizlik. Coğrafya değişiyor, duygular da. “Yaşayan hiçbir şey yaşamaz sadece kendisi için yahut tek başına” dediğini hatırlıyoruz William Blake’in. Çeperindeki çarpık kentleşmeyi bir an için görmezsek yüzyıllara tanıklık etmiş Bitlis kalesi, onu kuşatan taş köprüler, köprülerin altındaki çoşkun dere, tepelere konuşlanmış yaşamın kenarındaki mezarlar, hemhâl olmuş. Çok uzun anlatmak gerekiyor burayı Blake’e, değil mi ki bu harmoni, yalnızca kendisi için.

Nemrut Dağı’nın etekleri ile Bitlis’in Kasrik Köprüsü. Fotoğraflar: Çınar Yılancıoğlu & Kerem Akın.

Uzakta kar örtüyor Nemrut yollarını. Otlar kımıldanıyor hemen şurada. Duygular değişiyor, düşünceler de. Daha demin tatlar demiştik, kokular. Bu şehirden bize kalan, düş kapağını açan tat: Hizan balı, karakovan.

Kekik ve gevenin yoğunlukta olduğu yaylalarıyla bilinen ilçenin temel geçim kaynağı karakovan bal üreticiliği. Hizan’a bağlı Reşan diğer adıyla Sağırkaya köyü, sıradağların Siirt’e dönük yamaçlarında yer alıyor. Doğu Anadolu Kalkınma Ajansı’ndan Harun Çiçek köy yolunu bildiğini söylüyor. Hemen sonra yola çıkıyoruz. Sancılı, dar, kıvrımlı yolları takip ediyoruz. Yükseldikçe dağın içine giriyoruz. Bir yerden sonra geri dönmek, yolun başını hatırlamak imkansız. Bir şeyi anlatıp da açıklayamamaya benziyor bu durum. Keçilerin sesi ilerde, pes etmiyoruz.

Köyde arıcılıkla uğraşan bir aileye misafir oluyoruz. Melih Cevdet Anday’ın temiz bir yatakta adını bile unutup uyumak istediği türden bir misafirlik bu. Geniş salonlarındaki minderlere oturup soluklanıyoruz. Akşamüstü sakinliği. “Haydi buyrun sofraya” diyorlar. Yeter ablayla sohbetimiz de böyle başlıyor.

Yeter Gülmak, kırk yaşında, beş çocuk annesi. Onu çalışmaya iten eşinin ve çocuğunun rahatsızlanması olmuş. Küçüklüğünden beri içinde taşıdığı ama sonra evlilik, çocuk derken ertelediği çalışma arzusu bir zorunluluğa dönüşmüş. “Kim verir ekmeği ben çalışmazsam” diyerek çıktığı yolda arıcılıkla tanışmış. Küçük çiftçi hibesine başvurmuş, gerekli kurslara gitmiş, belgeleri toplamış. Başlarda zor olmuş tabii. Arıların içine girmek zor gelmiş, eve gelince sesleri hala kulağında olurmuş. Vazgeçmekle devam etmek arasında gidip gelmiş birçok kez. Sonra alışmış, sevmiş arılarını. Çalışan bir kadın olmayı da sevmiş. “Kadın çalışır mı hiç” demişler, kulak asmamış. Burasının küçük bir yer olduğunu, bir kadının çarşıya tek başına gitmesinin söz olduğunu söylüyor. Kendisi çalışmaya, arılarla uğraşmaya başladığında köydeki diğer kadınlar önce ayıplamış, sonra ona özenmiş. “Keşke” diyor, “herkes çalışabilse”. Eşi Zeki Gülmak (42) da aynı şekilde arıcılıkla uğraşıyor. Yeter ablanın açtığı yoldan ilerlemiş, destek olmuş işi büyütmesine. Yeter abla, erkek egemenliğin yeniden üretim süreçlerine katılmamış, cinsiyet temelli ayrımı reddetmiş. Toplumsal cinsiyet rollerini kabul etmeyerek üretimine devam etmiş. Yeter abla bu haliyle, Doğu Anadolu topografyasında gündelik hayatı düzenleyen ataerkil ağı çatlatan aktif bir özne konumunda bizce.

Yeter Gülmak, karakovan balı ve arılarıyla.

Her yıl Ekim ayının sonuna doğru bal hasadı başlıyor. Beş yüz kovanın hepsinden verimli hasat almak için her gün 70 km uzaklıktaki yaylaya gittiklerini belirten Yeter abla, bu zorlu işi sonradan sevdiğini, arılarına gözü gibi baktığını söylüyor. Onlarla zaman zaman konuştuğunu, bal kesimi sırasında tencerelerini güzelce temizlediğini, sıcağın altında acele etmeden arılarını nasıl beslediğini anlatıyor.  Kadının üretimdeki farkının da buradan çıktığına inanıyor. Örneğin eşiyle birlikte arıları beslemeye gittiklerinde kendisinin arılarla konuştuğunu, onların da o dilden anlayıp sakinleştiğini söylüyor. Hatta soruyor eşine bazen “senin tarafında  neden o kadar saldırı var da benimkinde yok?”

Sofraya doğru yanaşıyoruz.  Tandır ekmeğinin, otlu peynirin, keçi yoğurdunun yanına konuyor bal. Sofranın yıldızı.  Derhal onun tadına bakmak istiyoruz. Hatırı sayılır büyüklükte birer parça atıyoruz ağzımıza. Göz göze geliyoruz Nilhan’la o sırada. İkimiz de lokmamızı bir an önce yutup yenisi almak, böylece dille damağın arasını bir rüya sahnesine çeviren bu lezzeti olabildiğince çok tatmak, keyfini uzatmak için acele etmek istiyoruz. Tam bu telaş içindeyken biz, Yeter abla arıcılıkta, dolayısıyla bal üretiminde kadının daha sabırlı olduğunu söylüyor. Bu yıl 20 tencere bal almış arılarından. Kış da kötü geçmiş. O nedenle bir kez kek vermiş, bir kez de şerbet verecekmiş. İlçe Tarım’la işbirliği içinde, onların yönlendirmeleriyle hareket ediyor; onların tarifleriyle hazırlıyor arı çocuklarının yiyeceklerini. Örneğin bala pudra şekeri, süt ya da su, artık elinde ne varsa ekleyip kulak memesi yumuşaklığında bir hamur yapıyor, bunu bir naylon poşete doldurup, etrafına da delikler açıp kovanın önüne bırakıyormuş. Kış vakti. “Ama kıştan çıkan arının yeterince güçlü olabilmesi için bir, bir buçuk ay bakım yapılması gerekir”, diyor Yeter abla. Bunun için de Şubat-Nisan arasında, haftada iki kez olmak üzere üç ay boyunca şerbetle besliyormuş arılarını. Akşamdan hazırlayıp gece bekletiyor, sabah yavrularına veriyormuş.

Yeter Gülmak'ın sofrası
Yeter Gülmak’ın sofrasında karakovan balı ile eşlikçileri.

Nilhan’la aynı fikirdeyiz. Damağımız neşe içinde.  Şimdiye kadar yediğimiz balların söylemediği bir şey duruyor çatalımızda. Karakovan içinde arıların, dışardan bir balmumu desteği olmadan, kendi petek gözlerini oluşturduğunu öğreniyoruz Yeter abladan. Dolayısıyla petek, sakız gibi çiğnenmeden, eriyip gidiyor ağzın içinde. Yeni bir lezzet deneyimi bırakıyor Hizan, belleğimize. Dolayısıyla yeni bir düşünce biçimi.

Hava kararmaya başlıyor, göğün kızıllığı dağın gövdesine karışıyor. Bulutları yerküreye daha önce hiç bu kadar yakın gördük mü diye soruyoruz birbirimize. Dönüş yolunda yüksek yaylaların sakin kokusu, sofranın muhabbeti, keçilerin sesi ve karakovanın parlak tadı kaynaşıyor. Değişip duruyor ışıkla dağın yüzü, ifadesi. Geçmişin, şimdinin ve sonranın bir aradalığı gibi. Diyalektik bir imge ve onunla eşzamanlı olarak karşılaşmak anlamına geliyor bizim için Bitlis. Ya da o, öyle olsun istiyor.

Fotoğraflar: Zeki Gülmak & Doğu Anadolu Kalkınma Ajansı 
KÜBRA SULTAN YÜZÜNCÜYIL & NİLHAN ARAS

Kübra Sultan Yüzüncüyıl: ODTÜ Gıda Mühendisliği mezunu. ODTÜ Medya ve Kültürel Çalışmalar'da yüksek lisansını yaptı. Sakarya Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde araştırma görevlisi olarak çalışıyor. Nilhan Aras: Yemek kültürü araştırmacısı ve yazarı. 18 yıldır Anadolu'yu dolaşıyor. Metro Gastro dergisinin editörü.