NARKÖY’ÜN ‘MAYASINI TUTAN’: NARDANE KUŞCU

‘’Evvel zaman içinde büyük bir kuraklık ve kıtlık olmuş. Öyle ki, insanlar biriktirdikleri tohumluklarını bile yiyip bitirmişler. Büyükler de akıl vermişler: ‘Karınca yuvalarından alın azar azar, ama onların da hakkını bırakın, bizim için toplamadılar. Biz tohumluğumuzu yedik, onlar yemedi.’ -Karıncayla insanlar aynı tohumları toplarlar, biliyor musun?- O sene karıncaların tohumları sayesinde insanlar hayatta kalabilmişler.’’

‘’Biz çocukken de Çukurova’da karakılçık bulgurunu kaynatırken, bulgur savanlara serilirdi. Savan, pamuk ipliğinden dokunmuş bir örtüdür. Karıncalar buğdayın hem çiğini hem de pişmişini taşımak ister; o yüzden de savanların etrafına kül koyulur; karınca külden geçemez. Ama bulgurun hem pişmişinden, hem de çiğinden karıncalar götürebilsin diye bir de savandan dışarıya koyulur. Bu bir vefa. Bana göre asaletin birinci kuralı da bu; kuşaklar arası vefa.’’

Nar Eğitim ve Narköy’ün kurucusu Nardane Kuşcu’nun annesinin babaannesinden kalma ‘karıncanın hikayesi’. Narköy’de kurdukları tohum bankası, verdikleri eğitimler, yetiştirdikleri organik ve mevsiminde sebzeler, karşınıza çıkan defne ağaçları, ayaklarınızın altındaki ve çevrenizdeki yabani otlar, adaçayları, melisalar… hepsi, ama hepsi hayal etmeye ve o hayalin peşinden gitmeye cesaret eden bir kadının, hele de bir eğitimcinin nasıl fark yaratabileceğinin birer kanıtı.

Narköyün kurucusu Nardane Kuşcu
Nardane Kuşcu, Narköy’de.

Nardane Kuşcu 1900’lerin başlarında iskan edinmiş bir yörük ailesinden geliyor. Babaannesinin yönettiği bir çiftlikte büyüyor. Üç kardeş arasında tek kız; biraz da ‘babasının kızı’. Daha ilkokula gitmez iken babaannesiyle ormana gidip nasıl su bulacağını öğrendiğini hatırlıyor; yörük çadırının nefsi nasıl terbiye ettiğini o zamandan biliyor. ‘Yörük çadırlarının kapısı bezdir; başı eğerek girilecek gibidir’ diyor. ‘Dışarıdan bakanlar bir yörük çocuğunu dağda, bayırda gördükleri zaman üzülürler; halbuki o çocuklar hayatı bütün görürler; beceriklidirler. Hem kardeşlerine bakarlar, hem büyüklerinden öğrenir, hem de büyük ailelerde yaşarlar.’

Adını ‘nar tanesi’ masalından alıyor Nardane Kuşcu; öyle olunca da küçüklükten beri gökyüzüne bakarak düş kuruyor. Ve o zamana dair diyor ki, ‘büyükler de bunu biliyor, senin düşün ne kuzum diye soruyorlar; şimdiki gibi hayalperestliği bırak demiyorlar.’ O, öğretmen olmayı seçiyor; öğretmen okuluna gidiyor ve 72 senesinde mezun oluyor. Toroslar’ın üzerinde bulunan, Mersin’in Mut ilçesinin Çömelek köyüne tayini çıkıyor. Babası ‘gitme’ diyor; romatizması var o sırada çiçeği burnunda Nardane öğretmenin; ama o inat ediyor, ve gidiyor. ‘İyi ki de gitmişim’ diyor, çünkü adalet ihtiyacı ona rehberlik ediyor. O senelerde devlet planlamada yaşanan çöküşten, ve edilemeyen tayinlerden bahsediyor:

‘’Depo tayinde, beni yetiştirme yurdu çocukları ve gecekondu çocuklarına verdiler. Çok iyiydi benim için; zaten ben hep dezavantajlı bölgeleri seçtim. Burnum sürte sürte öğrenmeyi ve bir gıdım da olsa yararlı olmayı seviyorum. Mesela giriyorum sınıfa, çocukların bir kısmı çok iyi öğreniyor, bir kısmı az öğreniyor, bir kısmı ise hiç öğrenmiyor. Ankara’daki bütün hocalara mektup gönderiyorum: ‘hocam neden böyle oluyor, neden öğrenmiyorlar, ne yapmak lazım?’ diye.  Gelen cevaplar ‘öğrenme zorluğu vardır’. Geri cevap ‘Ayıp değil mi ya, el kadar çocuklar, biz de ne olursa olsun az çok bir maaş alıyoruz, bunun mektebine gittik…’ velhasıl böyle başladı öğrenme süreçlerim. Keşifler yapmaya başladım. Çocuklara sormaya başladım ‘sen en çabuk, en güzel, en rahat, en hoşuna giderek ne öğrendin?’ diye. Ortaya alevli, karışık bir öğrenme sistemi çıkmaya başladı.’’

Nardane öğretmen, çocukların nasıl keyifle öğrendiğini anlamaya çalışıyor:  ‘’Mesela çocuk, ‘evde annemle bazlama açtım öğretmenim, sonra da kendi başıma açabildim’ diyor. Yetiştirme yurtlarında başka şeyler duyuyoruz; ‘ben kendi dolabımı toplamayı öğrendim; toplu olunca çok rahat ettim’ diyor. ‘İp atlamayı öğrendim’ diyor. Fakat ders sormuyorum; ‘neyi en keyifli öğrendin’i soruyorum. Bu arada kelimeler, duyu organları ortaya çıkmaya başlıyor. Yani nasıl öğrendiklerinin yolu yöntemi konusunda bir şeyler keşfetmeye çalışıyorum, sene de 1973.’’

1996’ya kadar öğretmenliğe devam ediyor Nardane Kuşcu. 80’lerde eğitim sisteminde ve okullarda yaşanan değişim onu etkiliyor. ‘’Okul bahçelerinin beton olmasını önleyemedik. Halbuki bugün kolejlerde olmayan uygulama bahçeleri bizim okullarımızda vardı. ‘Ay çamur olur, bilmem ne olur…’ diye diye uygulama bahçeleri kayboldu. Kütüphanelerin kapısı kapandı. Bir hırs geldi. Okul sınavları değişti. Her şey test oldu. Çocukların bütün günleri dolu. Çamur olmayacaklar, koşmayacaklar, sıkılıp bir buluş yapmayacaklar… Bir gün bizim okulun betondan bahçesinde bir çocuk düştü, ve dizi paramparça oldu. Bunun normali nedir? Çocuk düşer, dizi yaralanır, tükürüğüyle kendini iyileştirir. Ondan sonra da yarası biraz ağırsa bir büyüğü destekler. Büsbütün dağılmaz dizi; ve bir sonraki teneffüste oynamaya devam eder. Kendini iyileştirme kabiliyetini çocukların elinden aldık bir kere. Bu adalet değil, hak değil, ve bunu koca koca insanlar el kadar çocuklara yapıyor. Bu bir zulüm. Ben o gün delirdim. O sırada Kısıklı İlköğretim’deydim.’’

O çocuğun düştüğü, ve dizinin parçalandığı gün Nardane öğretmenin doğum günü olan 18 Nisan, sene de 96. Kızının doğum gününde kendine hediye ettiği deftere yazıyor o akşam; ‘bir eğitim ve bir organik tarım çiftliği kuracağım’ diye başlıyor; ve aslında Narköy’ün mayasını oluşturuyor. Öyle ki, o sayfayı kopartıp çantasında taşımaya başlıyor. Fakat, hayalini hemen gerçekleştirmeye çalışmıyor; araya hayat, aile, hastalıklar, sorumluluklar giriyor.

Emekli oluyor, ama aklının bir köşesinde çiftlik kurmadan önce bir de eğitim şirketi kurmak var. Kafasında hep ‘bu çocuklara adaletsizlik oldu, bu çocuklar çok büyük baskılar altında kaldılar, kendilerini ifade edemeyecekler’ düşünceleri dönüyor. Kendi çocukluğu ve hayat deneyimleriyle sabit ‘sağlıklı bir özgüven, özsaygı ve öz sevgi için doğanın önemi’ne inanıyor. 2002’de kendi kendine aldığı eğitimlerin ışığında Nar NLP’yi kuruyor; önce çocuklara ve ailelerine, sonra da kurumlara eğitimler vermeye başlıyor. Peki Narköy nasıl ortaya çıktı diye sorduğumdaysa şöyle cevap veriyor: ‘’İnsanların olmazsa olmaz değerleri var. Benim de adalet, sevgi, özgürlük gibi üç tane temel değerim var. Bunlara dokunana karşı da ateşli bir yanım var. Deneme cesaretinin ne kadar kıymetli olduğunu bildiğim için de Narköy deneyime dayalı olsun, ezber bozsun istedim. Ki böylece konfor zannettiğimiz korku perdesinin dışına çıkalım.’’

 

Nardane Kuşcu’nun tüm hayatına şekil veren bu adalet duygusu nereden geliyor olabilir, ilk ne zaman hissetti diye soruyorum. ‘’O zamanlar daha ilkokula yeni gidiyorum. Ceyhan’da oturuyoruz. Biz o gün köyden arabayla geliyoruz. Beni araba tutuyor diye ben önde, babamın yanında otururdum. Yolda bir çiftlik var, o çiftlikten bir hanımefendiyle bir çocuk çıkmış yola. Ben kalktım, hanımefendi öne otursun, çocuğunu da yanına alsın diye. Çünkü biz kalabalık aileyiz, arkada bebek de var. Babamın kendisi de okuyan bir adamdı, bizim de her tür şeyi okumamızı severdi; ama o sıralar çıkan çizgi romanlara, Tommiks’lere Teksas’lara takmıştı; ‘bunları bırakın’ derdi bize. Fakat hanımefendinin çocuğunun elinde aynı çizgi roman, babam ‘aa okusun’ dedi. Eve gittim, suratım bir karış. ‘Ne oldu Nar?’ dedi babam. ‘Biliyorsun sen ne olduğunu; bundan sonra sana güvenmiyorum baba.’ Babamın karşısında normalde kimse konuşamaz; abim direk uzaklaşırdı. Yani, eğer o kitap kötüyse ‘hanımefendi, ben benimkilerin bunları okumalarına izin vermiyorum’ de. Çeneni kıs, okusun de,… oldu Mahmut Ağa!’ Çok küçük bir şeyden bahsediyorum, ama çok belirleyici.

Eğer bizim okumamız için doğru bulmuyorsan o çocuğa niye öneriyorsun? O çocuğa da yazık. Eğer doğruysa ve bize baskı yapıyorsan bize de yazık… ‘Kızım bir daha yapmam’ diyor, işe yaramıyor… Küçücüktüm ama babamın kahvesini hep ben yapar, ben götürürdüm. Kahvesini yapmayı bıraktım… Tabii sonra barıştık. Çok düşkündük birbirimize.’’

Narköy ise 2007 senesinde, Kandıra’da bulunan Yayla Mevkii’nde satın alınan araziyle birlikte en nihayet hayalden gerçeğe dönüşüyor. ‘’Ben Kandıra’yı hep çok severdim. Babam da çok severdi arkeolojiyi, doğayı, çok gezerdik biz. Yörük işte… Atla deveyle gezemediğimizde arabayla gezerdik. Kandıra’nın tarihini ve doğasını çok seviyorum. Allah’tan sanayi buraya girmemiş. Ve Kandıra’nın çok eski, köklü aileleri vardır. Kurtuluş savaşında da çok büyük katkıları olmuştur. Mitolojide de Kandıra’yla Tarsus arasında bir iletişim olduğuna dair bir hikaye vardır. Hala otantik unsurlarını, yapısını muhafaza eden bir yer. Nikomedya bölgesi zaten çok eski bir bölge. Dolayısıyla tarih, coğrafya ve mitoloji sevgisi… Ama çiftliğin hayalini kurduğumda ‘Kandıra’da kuracağım’ diye bir laf çıkmadı ağzımdan. Üç tarafı ormanlarla çevrili, içinden bir dere geçen, ayrımsız, bütün insanların geleceği, doğasını koruyacağım bir yer hayal etmiştim.’’

Narköy, Nardane Hanım’a biraz da kendi çocukluğunu hatırlatıyor. Birlikte yemek yenilen uzun masalar, birlikte çalışılan tarla; doğayla birlikte yaşanan ve doğadan öğrenilen deneysel bir eğitim alanını hayata geçiriyorlar. ‘Doğa en büyük öğretmen. Süreç takibi öğretiyor, kaynak farkındalığı öğretiyor, seni besliyor, hatta büyükannen gibi sarmalıyor.’’ 2013 yılında sürdürülebilir mimariyle inşa edilen otel ile ise daha fazla insana Narköy’ü deneyimleme imkanı sunuluyor.

 

Organik tarımla ilgili ‘’ biz zaten doğanın var olduğu gibi yürüdüğü, tohumların alındığı, yeniden filizlendiği, veya ormandan topladığımız yiyeceklerin yenilip kışın da herşeyin işlendiği, geri dönüştürüldüğü bir kültürün içinden geliyoruz; bunlar hayatımızın bir parçası idi. Ama yeniden disipline olabilmek adına organik tarım sertifikası almak istedik’’ diyor, ve ekliyor: ‘‘Yoldan çıkmasaydık organik tarım ve sertifikaya ihtiyaç yoktu. Fakat tarıma zehirler girdi; ve bizim yaptığımız işte de bu konuda bir disipline ihtiyaç vardı. Biz de örnek oluşturup organik tarım yaparak hem daha sağlıklı olunup, hem de para kazanılabileceğini; kazanmak için ise sadece beş ton domatesi götürüp ‘bugün kaçtan veriyorum’ diye sormak yerine, işlemenin ve katma değer yaratmanın nasıl olabileceğini anlatmak istedik’’. Anlatırken de Viktor Ananias’ın Yalçın Engiz’in Türkiye’de organik tarıma katkılarından bahsediyor.

Gözüm röportaj sırasında önümüzde duran atalık tohumdan karpuzun çekirdeklerine takılıyor. Üzerleri neredeyse sedefle işlenmiş gibi, süslü, parlıyorlar. ‘’Tek bir karpuz bile kendi içinde o kadar çok tohum yapıyor ki, o kadar verici ki, ‘bak beni sürdür’ diyor’’ diye açıklıyor. Fakat bir yandan da ekliyor: ‘Tohum kapısı artık adil bir kapı değil. Bu yüzden insanlar tohum verecekleri insanları seçiyorlar. Aynı kız verir gibi. Ve bu ‘kızların’ mor cepkenleri var.’’

 

Narköy ile bundan sonra kimlere ulaşmak, kimlerin hayatında fark yaratmak istediğini soruyorum. İlk önceliğinin hep çocuklar ve gençler olduğunu söylüyor. Ama aklında bir yandan da kadınlar var. ‘’Kadınların girişimciliğe teşvik edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu da ‘yap’ demekle olmaz; bir farkındalık gelişmesi lazım, denemeleri lazım, neyin ne olduğunu görmeleri lazım’’ diyor. (Röportaj sırasında ağzımızda eriyen, çiftlikte toplanan ürünlerden yapılan reçelleri gösteriyor.) ‘’Tüm bunları kadınlar masaya, tarladan sofraya getiriyor, işleyebiliyor, değerlendirebiliyor. Benim de onlara örnek olmam lazım.’’

Nardane Kuşcu çoktandır ‘maya tutma’ görevini benimsemiş. Narköy’de kardeşi Mümtaz Bayat ile birlikte emek verdikleri tohum bankasıyla -‘tohum sadece insana değil, tüm canlılara ait’ diyor- , susuz tarıma geçme hedefleriyle, bölgenin florasını araştırma, belgeleme ve bu konuda eğitim verme planlarıyla hayatı kendisiyle kesişenlere ilham oluyor, cesaret veriyor. Ananemin bir lafı vardır diyor, ‘‘o yok bu yok dediğimizde’ derdi ki: ‘Aran aran, elden gelen öğün olmaz, o da vaktinde bulunmaz. Aran aran, yine kendinden yaman.’ Aslında doğaya da baktığımızda ihtiyacımız olan her şey bizim içimizde var.’’ Bir zaman öğretmen olarak görev yaptığı Çömelek’te bir büyüğünün ona dediği ‘nar kızım, nur olasın’ sözünün hakkını belki de çoktandır vermiş olmasına rağmen, o ailesiyle birlikte doğada çocuklarla, kadınlarla, yaşlılarla, gençlerle çalışmaya ve üretmeye devam ediyor.

 

 

Fotoğraflar: Arzu Sak Seyhun & İbrahim Karadeniz
ARZU SAK SEYHUN

Gastronom, peynir tadımcısı, meraklı ve heyecanlı bir yemek hikayecisi, bir nevi dünya vatandaşı. Yemeğin insana ve farklı kültürlere dair anlamlarının mütemadiyen peşinde.