İŞTAH, İĞRENME VE AYRIŞMA

Covid-19 salgını sırasında Çin mutfağına karşı geliştirilen nefret söylemleri, yemeğin ‘ben’ ile ‘öteki’nin kurgulanması ve ayrıştırılmasına nasıl malzeme olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Akademisyen Kübra Yüzüncüyıl, yemeğin hazırlanma, sunulma ve tüketilme biçimlerini de içinde barındıran ‘iştah’ kavramının sosyal olarak inşa edildiği tezinden yola çıkarak, mutfağı bir anlam evreni olarak ele alıyor, yarasa çorbası ile ‘tiksinmenin performatifliği’ arasındaki bağlantıyı kuruyor ve soruyor: ‘Birlikte yemek yiyebilecek miyiz?’

Beijing, Çin Mutfağı
Beijing’de sokak yemeklerinden kesit. Fotoğraf: iStock

M.Ö 3500- M.Ö 2000 yılları arasında Sümerli bir şair “Koyun ve Arpa’nın Müzakaresi” adlı bir şiir yazar (Işın, 2017).  Mısraları tarım öncesi dönemi, gündelik hayatı bize şöyle aktarır:

“O eski günlerin insanlarının ekmeği yoktu

Giyecek elbiseleri yoktu

Çıplak gezdiler

Koyunlar gibi otlar yediler

Derelerden su içtiler”

Neolitik çağa girildiğinde ise bu manzara değişir, tarım başlar, hayvanlar evcilleşir. Doğa ne verirse onunla yetinen avcı toplayıcının yerini ona hükmetmeye başlayan, biriktiren, dolayısıyla artı değeri yaratan ve dolaşıma sokan akılcı insan almaya başlar. Başka bir deyişle, birikime imkân tanıyan tarımsal faaliyetlerle yerleşik hayata geçilmiştir. Yerleşik hayata geçilmesiyle birlikte yabani gıda kaynakları uysallaşır, kilden ve topraktan çanak çömlek yapılmaya başlanır. Ateş uzun zaman önce kontrol edilebilir noktaya gelmiştir, fakat kültüre alınan baklagiller artık daha kolay pişer, evcilleşen bitkiler ve hayvanlar birlikte yenebilir, fırınlar ekmek kokmaya başlar. Beslenme biçimleri zenginleşir. Tercih yelpazesi genişler. Yemekten alınan haz giderek daha çok öne çıkar. Başka bir deyişle ekmeği olmayanlar, koyunlar gibi ot yiyenler Sümerli şairin kaleminde o eski günlerin insanları olarak anılacaktır.  Germov ve Williams (2004) tam da bu noktaya işaret ederek tarımın yaygınlaşmasıyla birlikte beslenmenin varoluşsal bir ihtiyaç olmaktan öteye gittiğini, beslenme tercihlerinin değerlerle, kavramlarla ilişkili hale geldiğini söylemiştir.

Germov ve Williams (2004) toplumsal iştah kavramı (social appetite) ile yemek alışkanlıklarının kültürel olarak belirlendiğini, başkasıyla karşılaşmanın yalnızca sokakta değil sofrada da gerçekleştiğini anlatır. Hepimizin aç kalmama içgüdüsü vardır ama bu güdü tarih boyunca tıpkı yabani hayvanların evcilleşmesi gibi kültüre alınmıştır (Fischler, 1988). Damak zevkini belirlemede ekonomik sermaye ve kültürel normlar önemli rol oynamaktadır. Marx’ın 1858 yılında Grundrisse’de dediği gibi “Açlık açlıktır. Ama çatal ve kaşıkla yenen pişmiş etle doyurulan açlıkla, elle yenen çiğ etle doyurulan açlık aynı değildir.”

Yemeğin ekonomik ve kültürel sermayeyi imleyen yönlerini ortaya koyan araştırmalar göstergebilim disiplini de işe koşmuştur. Dil felsefesinin temel kavramlarından biri olan gösterge en basit tanımıyla bir temsil biçimidir (Peirce, 1982). Nitekim sofra da aslında bir metindir ve bu metnin dili göstergebilimsel olarak çözümlenebilir. Barthes’dan (1996) örnek verelim. Ona göre Fransız yemek kültüründe, etin yanında eşlik edecek patates kızartılıyorsa, sofrada resmi bir sohbet açmak daha kolaydır. Öte yandan patates püre şeklinde sunuluyorsa mesafeler daralır, çünkü püre samimiyeti, yakınlığı temsil etmektedir.

Yemeği topluma özgü göstergeler dizgesi olarak ele alan bu çalışmaların kuramsal çerçevesi genellikle Lotman’ın geliştirdiği “göstergeküre” kavramıyla çizilir. Göstergeküre temel olarak kültür bileşenlerinin oluşturduğu büyük bir anlam evrenidir. Her kültürün içinde iki göstergeküre vardır. Biri merkezde olan, egemen olandır. Diğeri ise ötekinindir. Çevrededir, başkasıdır. Kültürlerin karşılaşması da bu iki kürenin iletişimiyle gerçekleşir. Peki yemek bu bu iletişimi nasıl kurabilir?

Parasecoli (2011) için mutfak, özel bir göstergeküredir. Yemeğin hazırlanma, servis edilme, tüketilme aşamalarında insanlar farklı anlamlandırmalara sahiptir. Neyin işlenebilir, yenebilir olduğu, hangi gıda ürünlerinin birlikte servis edileceği, sofradaki davranış biçimleri… Tüm bunlar tam da Lotman’ın dediği gibi kültür bileşenlerinin oluşturduğu anlamlı bir evrendir; zira yemek inançlarla, toplumsal bellekle, duygularla sözcüklerle, kültürel normlarla, mitlerle doğrudan ilişkilidir. Tam da Germow ve Williams’ın dediği gibi iştah toplumsal olarak inşa edilir. Parasecoli, İtalyanların yurtdışındaki yemek tecrübelerinden örnekler verir. İtalyanların göstergekürelerinde makarna ve soslar merkezdedir. Yurtdışına, örneğin Fransa’ya gittiklerinde aslında öteki göstergeküreye doğru yola çıkarlar. Onlara göre Fransız restoranlarında servis edilen makarna fazla pişmiştir. Üstelik bu yumuşak makarna soslu, sulu bir biftekle aynı tabakta servis edilir; ki bu İtalyanlar için oldukça zorlayıcı bir deneyimdir. Yemeğin karbonhidrat/protein oranı onlar için fazla kafa karıştırıcıdır. Bu tabak bir başlangıç olamayacak kadar fazla, ana yemek olamayacak kadar az et içermektedir. Amerika’ya gittiklerinde ise makarnanın yanındaki ufak köfteler onlar için dehşet vericidir. Eşleşmeler yabancıdır, sınırlar zorlanır. Böyle olduğunda merkez çevreye doğru kayar, göstergeküre genişler. “Ben, bir başkasıdır.” demişti Rimbaud. İşte bu deneyimde tadılan, bir başkasıdır.

Bir ‘Sınır Deneyim’: Böcek Yeme ve İğrenme

Göstergeküre içindeki hatların kayması ciddi bir sınır deneyim olarak karşımıza çıkabilir.   Örneğin beslenmesinde ete yer veren bazı tüketiciler için işlenebilir, zehirli olmayan ve protein değeri yüksek olan böcekleri yemek yani başkası tiksinti uyandırıcıdır. Böcek ve larva yemekten iğrenilmesi bu tüketim biçiminin sadece kültürel olarak kabul edilemez oluşuyla açıklanamaz. İşin içine duygular girdiğinde beğeni yargısının toplumsal kodları, sofraların göstergebilimsel analizleri, toplumsal iştahın inşası gibi tartışma konuları başka bir zemine kayar. Bu sefer merak edilen soru değişir: bir yiyeceğin görüntüsü, kokusu, tadı, sesi ya da dokusu nasıl olur da tiksinti gibi ateşli bir duyguyu uyandırabilir?

 

Bangkok’ta sokak yemeği olarak servis edilen böceklerden kesit. Fotoğraf: iStock

Sara Ahmed’e göre (2004: 107) iğrenme, iğrenç olarak hissedilen nesnelerin yorumlanmasıdır. Bu his bünyemize katmaktan korktuğumuz kötü nesnelere değil, bu nesnelerde doğal olarak bulunduğu varsayılan kötülük vasfına dayanır. Yiyecek bedenin içine alındığı için doğrudan iğrenmeyi kışkırtan bir nesne olabilir. Çünkü kötülük ağızdan içeri giren ve sindirilen şeyin doğasında bulunabilir. İğrenme basit bir içgüdü değildir. İçimizde doğan ve dışarıya doğru ilerleyen bir his de değildir. Dışarıdakiyle, ötekiyle kurduğumuz ilişkilerin, edinilen izlenimlerin ve bunların sonucu gerçekleştirdiğimiz eylemlerin tümüdür. Yemeği anlamlı bir işaretler sistemi olarak gördüğümüzde, iğrençlik atfedilen yiyecekleri de bu anlamlı bütünlüğü bozacak, göstergekürenin çeperlerini yırtacak birer tehdit olarak düşünebiliriz. Kristeva (1992)  da tiksinmeyi bireyin sahip olduğu anlam dünyasının en uzak köşelerinde bile yer bulamayan, düşünülebilirliğin ötesinde olan karanlık bir tehdit olarak tanımlar; ve bunu abjektleştirme olarak adlandırır. Abject kavramı Kristeva için arada kalmış, muğlak olandır. Douglas da (1966) aynı şekilde kirlilik atfedilen şeyin aslında sınıflandırılamayan, bütünlük içerisinde kavranamayan olduğunu ifade eder. Sınırlara, konumlara, kurallara saygı göstermeyen herhangi bir şey olabilir abject. Kirli ve tiksindirici olan bir sistemin bütünlüğünün ve ona dair geliştirilen anlam dünyasının bozulmuş olmasıdır. İğrenme bir sınır deneyim olduğunda, sınırlar nesnelere dönüşür diyor Kristeva. Sütün üzerinde oluşan kaymak ya da ne tamamen akışkan ne tamamen katı olan bal sınır nesneleri olarak karşımıza çıkar.  Onlara “iğrenç” dediğimizde sözle, kaşlarımızı çattığımızda ise bedenimizle iğrençliği yeniden üretiriz. Tiksinme bize gerek söz edimiyle gerek bedensel tepkilerle bir şey yaptırır. Tüm bu yapıp etmeler ise Ahmed’in tanımıyla ‘iğrenmenin performatifliği’dir. Şeylere atfedilen iğrençlik söyleyerek yinelenir ve bu yinelenme henüz olmayanı da imler.

Covid-19 ve İğrenmenin Performatifliği

İlk olarak 2019 yılının Aralık ayında Çin’in Wuhan kentinde bir vahşi hayvan pazarından görülen Covid-19 kısa bir süre içinde tüm dünyayı etkisi altına aldı. Virüs oldukça bulaşıcı ve ölümcül olması nedeniyle müthiş bir panik dalgası yarattı. Yetkililer virüse karşı savaşın suyla, sabunla ve mesafeyle kazanılabileceğini söylüyor. Gündelik hayat pratikleri de bu tedbirler etrafında şekilleniyor. Restoranlar da aynı şekilde yeni normale uyum sağlamaya çalışıyor. Öte yandan, başta Kanada ve Amerika olmak üzere, Avusturalya’da ve Kıta Avrupa’sında pek çok Çin restoranı iflasın eşiğine geldi (Yeung, 2020). Başka bir deyişle, Çin mutfağı abjektleştirildi. Yerel otoriteler restoranların denetimden geçtiğini ve hijyen belgelerinde herhangi bir sıkıntı olmadığını ifade etse de; tüketiciler Çin mutfağına karşı korku ve tiksinti ile yaklaşmaya başladı (Xinghui, 2020).  Bir nefret söylemi olan “Çinliler masa dışında dört ayaklı olan ve uçak dışında uçabilen her şeyi yer” cümlesi sosyal medya hesaplarında dolaşıma sokuldu. Campbell (2020) de İngiltere’de yaşayan Çinlilerin “tuhaf yemek alışkanlarınız yüzünden bu virüsü hak ettiniz” söylemiyle sıklıkla karşılaştığını, sokağa çıkmaya korktuklarını aktarmıştı. Çinli influencer Wang Mengyun’un bir Okyanusya ülkesi olan Palau’da çektiği yarasa çorbası yeme videosu bu dönemde tekrar dolaşıma sokuldu ve “Çinlilerin iğrenç yeme alışkanlıkları” adı altında nefret söylemine maruz kaldı. Büyüyen stigmaya karşı Çinliler başta bloglar olmak üzere pek çok sosyal ağda kendilerinin yarasa ya da fare yiyiciler olarak adlandırılmalarının doğru olmadığını, bu damgalamanın abartılı olduğunu ifade ettiler (Cummins, 2020). Vahşi hayvan pazarında tüketilen etlerin çoğunlukla üst sınıflara hitap ettiğini, egzotik hayvanları yemenin kendini alt sınıflardan ayrıştırmak isteyen bir üst sınıf tavrı olduğunu yazdılar.  Bu süreçte popüler kültür, Batılı olmayan yemekleri (non-Western food) şeytanileştirmeye ve tuhaflaştırmaya devam etti. Bunun en iyi örneği James Corden’s ‘Spill Your Guts or Fill Your Guts’ showunda görülebilir. Abjektleştirmenin bu yeniden üretimi, Çin’deki vegan sayısının 50 milyonun üstüne olduğunu, bunun tüm dünyadaki en yüksek rakam olduğunu unutturdu; tarihi bin yıldan eski olan Çin’in tofu tavuğunu da (Chencen, 2019).

Covid-19 pandemisinde iğrenmenin performatifliği Çin mutfağına yönelik nefret söylemleri, camlarına afişler asılan Çin lokantaları, sokaktaki zenofobi ile gerçekleşti. Ahmed’e göre iğrenme, iğrenç olarak hissedilen nesnelerin yorumlanmasıydı. Bu süreçte virüsle ilişkilendirilip “iğrençlik” atfedilen Çin mutfağı sanki yalnızca yarasadan ve fareden ibaretmiş gibi insan sağlığını tehdit eden, gündelik hayatı durduran bir unsur olarak yorumlandı. Başka bir deyişle, Çin mutfağı bir öteki göstergeküre olarak reddedildi ve anlamları merkez çevre hattından koparıldı. Bu süreçte hepimiz bu bakışsızlığın, dışarı itilmenin ya da bir başka deyişle bir gastro-abjeksiyonun tanıkları olduk. Hepimizin koyunlar gibi otlar yediği, derelerden su içtiği çok eski bir anlatıyla başlamıştım yazıya. Geldiğimiz noktada ise farklılıkların nefret söylemine nasıl dönüştüğünü görebiliyoruz.  Yiyecekler sınır deneyimlere dönüştüğünde, mutfağın değerlendirilmesi farklılığın, kültürel göreliliğin gözetildiği söylemler üzerinden olmalı. Beslenmeyle ilgili geliştirilen sosyolojik tahayyüllerin ortaklaştığı noktalardan biri de şu; yemek bireylerin sosyalleşmesine yardımcı olan duygu ve düşünceleri ortaya çıkaran toplumsal bir işleve sahip.

Birlikte yemek yiyebildiğimizde, birlikte yaşamayı başarmış olacağız.

Kaynakça:

Ahmed, S. (2015). Duyguların Kültürel Politikası. (S. Komut, Çev.). İstanbul: Sel Yayıncılık.     ISBN: 9789755707204

Barthes, R. (2011). Towards A Psychosocialogy Of Contemporary Food Comsumption. Food and Culture: A Reader, (Ed. Carole Counihan, Penny Van Esterik). Routledge London.

Campbell, L. (2020). Chinese in UK report ‘shocking’ levels of racism after coronavirus    outbreak. The Guardian Magazine. Erişim Linki: https://www.theguardian.com/uk-news/2020/feb/09/chinese-in-uk-report-shocking-levels-of-racism-after-coronavirus-outbreak

Chencen, T. (2019). Vegan movement in China : Growing trend or fad diet? | Daxue Consulting. Erişim Tarihi: 09.06.2020 Erişim Linki: https://daxueconsulting.com/vegan movement-china/

Cumnis, E. (2020). The New Coronavirus Is Not An Excuse To Be A Racist.  The Verge   Magazine. Erişim Linki: https://www.theverge.com/2020/2/4/21121358/coronavirus-racism-social-media-east-asian-chinese-xenophobia Erişim Tarihi: 20.06.2020

Douglas, M. (1980, c1966) Purity and danger :an analysis of concepts of pollution and taboo. London [Eng.] : Routledge & Kegan Paul,

Fischler, C. (1988). Food, self and identity. Social Sience Information, Vol. 27, 275-293.

Germov, J., & Williams, L. (2004). A sociology of food and nutrition: The social appetite.  South Melbourne, Vic: Oxford University Press.

Işın, M. P. (2018). Avcılıktan Gurmeliğe Yemeğin Kültürel Tarihi. YKY Yayınları. İstanbul

Kristeva, J. (2014). Korkunun Güçleri. (Çev. Nilgün Tutal), İstanbul: Ayrıntı Yay.

Lotman, J., (1999), “La Semiosphere”, Limoges, Pulim.

Marx, K. (1973 (1858) ). Grundrisse: Foundations of the critique of political economy. New York: Vintage Books.

Parasecoli, F. (2011). Savoring semiotics: Food in intercultural communication. Social      Semiotics. 645-663. Doi: 10.1080/10350330.2011.578803

Peirce, C. (1982). Writings of Charles S. Pierce. Cilt: 1.

Peirce, C. (1984). Writings of Charles S. Pierce. Cilt: 2.

Yeung J. (2020). “Chinese restaurants are losing business over coronavirus fears. An        Australian social media campaign wants to change that”. CNN Travel    Magazine. Erişim Linki: https://edition.cnn.com/2020/02/18/australia/australia-chinese-restaurants-coronavirus-intl-hnk-scli/index.html Erişim Tarihi: 29.06.2020

Xinghui, K. (2020). “Made in China’: How Wuhan coronavirus spread anti-Chinese racism like a disease through Asia.” This Week In Asia.  Erişim Linki: https://www.scmp.com/week-asia/health-environment/article/3048104/made-china-how-wuhan-coronavirus-spread-anti-chinese Erişim Tarihi: 27.06.2020

KÜBRA SULTAN YÜZÜNCÜYIL

ODTÜ Gıda Mühendisliği mezunu. ODTÜ Medya ve Kültürel Çalışmalar'da yüksek lisansını yaptı. Sakarya Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde araştırma görevlisi olarak çalışıyor. Yemek, kültür, kimlik ilişkisine merak duyuyor.