ÇAMURA ŞEKİL VEREN: YASHA BUTLER

Yasha Butler Dublin’de yaşayan İstanbullu bir seramik sanatçısı. Kusursuz amorf porselenleri ve dokulu çamurlardan ürettiği heykelimsi ‘Lithic’ koleksiyonu ile öne çıkan;  işleri geçtiğimiz senelerde İKSV, İstanbul Modern ve Sabancı Müzesi’nde de satışa sunulan Yasha ile Kaliforniya, İstanbul, New York, Philadelphia ve Barselona’dan sonra şimdilerde Dublin’de devam eden seramik hikayesini konuştuk.

Kendini bir seramik tasarımcısı değil, seramik sanatçısı olarak tasvir ediyorsun. Seramik söz konusu olduğunda sanat ve tasarım nerede ayrışıyor?

Kendime seramik sanatçısı dememin nedeni hem tasarım hem de üretimi kendim yapıyor olmamdan. Üretimi bir başkasına emanet etmiyorum. Zaten asıl mesleğim iç mimariyle alakalı beni strese sokan durumlardan biri de tasarım sürecine başlamak, fakat onu sonrasında başkalarının ellerine bırakmaktı. Ama seramikte baştan sona her şeyi kendim yapabiliyorum.

Seramik’le çalışmaya nasıl başladın?

Seramikle ilk tanışmam üç yaşımda annemin beni götürdüğü bir seramik dersindeydi. Fakat o üç yaş pek tabii ki üç yaşında kaldı. Seneler sonra 21 yaşındayken Amerika’da bir pastanede çalışıyordum. Orada pasta hamuruyla uğraşırken kafamda bir anda bir ampul yandı. ‘Ben üç boyutlu şeylerle ve ellerimle çalışmayı seviyorum, seramik ilgilenebileceğim bir şey olabilir’ dedim. İlk seramik dersime de 2003’te Kaliforniya’da başladım. Daha sonra İstanbul’a geri döndüm ve orada ders aldım. Bir yandan da iç mimarlık yapmaya devam ediyordum; bu sırada Nuray Ada ile de bir süre çalıştım. 2005’te Philadelphia’ya taşındığımda da Clay Studio adında bir seramik okulu ve sanatçılara ‘residency’ sunan bir merkezde çalışmaya başladım. Orada çalışırken de çalışmamın karşılığında ders alabiliyordum. 2009 senesinde New York’a taşındığımızda ise ilk defa kendi kendime bir atölye kiraladım ve ancak o zaman ‘tamam artık kendime seramik sanatçısı diyebilirim,’ dedim. Yani seramikle alakalı kendime güvenimin oturması altı sene sürdü. Daha sonra Barcelona’ya taşındık ve orada da kendi atölyemi kurdum.

Aslında o zamana kadar geçen altı senede daha büyük ölçekte seramiklerimle ilgilenirken bir yandan da seramik takılar üretiyordum; ve onlar bir noktada seramiklerimden daha çok ilgi görmeye başlamışlardı. O sıralar ‘acaba seramiğin yanı sıra metal üzerine de bir çalışma yapsam mı’ diye düşünmeye başlamıştım. Onun için bir sene özellikle metal işleme ve takı üretimi üzerine bir üst lisans yaptım. 2016’nın son aylarında Dublin’e taşındığımda seramik fırını kurabileceğim bir yer bulamayınca da ‘peki o zaman şimdilik sadece metalle çalışacağım’ dedim. Bu durum da neredeyse bir sene sürdü. Fakat son birkaç aydır yeniden seramikle çalışacağım bir atölye buldum ve ne kadar da özlemiş olduğumu fark ettim.

Metal ve seramikle çalışmayı karşılaştırırsan…

Metali her zaman bir aletle şekillendiriyorum, hiçbir zaman direk parmaklarımla, ellerimle metali hareket ettiremiyorum, şekil veremiyorum. Onu her zaman ya kesen, ya da zımbalayan bir alete ihtiyaç var. Fakat seramikle direk ellerimle çalışabiliyorum. Toprağa dokunarak çalışmak gerçekten çok farklı bir his.

Seramik tasarımlarında önceleri sadece porselenle çalışıyordun, fakat sonra bambaşka bir dokuya sahip ‘Lithic’ koleksiyonunu ürettin.

2013 senesinde Kaliforniya’da kişisel bir sergi açacaktım; ve o sergi için yaptığım porselen yemek takımının yanı sıra daha heykelimsi objeler de yapmak istediğime karar vermiştim. Çünkü ürettiğim yemek takımını da daha heykelimsi olarak tasarlamıştım; sanki masanın üzerinde bir doğal yapıya bakar hissiyatı yaratan bir oluşum olsun istiyordum. İşte o zaman porselen dışında daha fazla dokusu olan ve daha farklı renklerdeki çamurlarla ilgilenmeye başladım. Porselen de aslında çoğunlukla kaolin dediğimiz ve granitin binlerce sene taşlanıp iyice kum haline gelmesinden elde edilen doğal bir çamur; fakat kaolin çok az yerde bulunuyor; yağmurla derelerden akarken bizim bildiğimiz bir sürü farklı materyalle karışarak çok daha farklı çamurlara dönüşüyor. Yani porselen çok az yerde bulunan bir malzeme.

Lithic koleksiyonum da biraz deneysel bir şekilde ortaya çıktı. Onları üretirken de anladım ki porselenin düz ve pürüzsüz ve tamamen hiçbir katkı maddesi olmayan halini ne kadar çok sevsem de, aslında inanılmaz dokusu ve karakteri olan çamurlardan da çok hoşlanıyorum. O an benim için bir dönüm noktası oldu. Öyle ki şimdi yeni üretmeye başladığım yemek takımı koleksiyonumda porselen ile değil ‘stoneware’ diye adlandırdığımız ve içerisinde çok daha fazla dokusu olan ve daha toprağa yakın bir çamurla çalışıyorum.

İşlerinde hangi form, renk ve dokuları kullanmayı tercih ediyorsun?

Ben her zaman daha doğal, daha sessiz, insanları rahatlatan, minimal ve doğada bulunacak renkleri tercih ediyorum. Beyazlar, maviler, kahverengiler… Ama bunların hepsi doğada kendi kendine var olan renkler. Şekil olarak da yine çok geometrik değil de, doğada bulunabilecek amorf ya da çakıl taşları şekilleri yaparken bana çok büyük bir keyif ve rahatlama hissi veriyor. Ayrıca insanlar da bu amorf formları ellerinde tutarken daha çok keyif alıyorlar gibi geliyor.

 

Yaptığın işleri nasıl bir sofrada hayal ediyorsun?

Şöyle bir manzara var aklımda; akşam üzeri, hava sıcak, daha güneş batmamış ama mumlar yakılmış, ağaçlardan ufak ışıklar sarkıyor, kalabalık bir grup insan da birbirleriyle sohbet ediyor… Yani mutlu bir sofra hayal ediyorum. Benim yaptığım ürünlerin ortama ekstra bir katkısı olmasını, insanları bir araya getirmesini istiyorum. İnsanların onları tüm sevdiklerini bir araya getirdikleri bir anda kullanmalarını ümit ediyorum.

Tasarımlarında bir evrim süreci görüyor musun?

 Şu an üzerinde çalıştığım yeni yemek takımı aslında benim için ikinci jenerasyon bir tasarım. Çünkü ilk ürettiğim takımımı çok ince bir porselenden üretmiştim ve çok güzel görünmelerine rağmen fark ettim ki insanlar onları kullanırken kırmaktan korktukları için rahat olamıyorlar. O yüzden bu ikinci versiyonu çok daha dayanıklı ve insanların rahat rahat, kırmaktan korkmadan, sadece özel bir sofra için değil de her gün kullanabilecekleri, hayatlarının bir parçası olabilecek şekilde tasarlıyorum. O yüzden şu sırada yeni çamurlar ve yeni sırlar üzerinde testler yapıyorum.

Peki bu testler nasıl gerçekleşiyor; ‘bu tabak kırılır mı kırılmaz mı’yı nasıl test ediyorsun?

O biraz da benim kendi deneyimime dayanıyor; hangi kalınlık hangi kullanış için daha uygun bunun araştırmasını yapıyorum. Örneğin kenarların kesinlikle sivri olmaması, daha yuvarlak olması gerekiyor, çünkü yuvarlak uçlar çok daha az kırılıyor. Veya ucunun kırılma ihtimalini biliyor isem de, o zaman araştırmam ‘bu ürünün sırını nasıl yapmalıyım ki ucu azıcık kırılsa bile göze batmasın ve o parçanın hayatı uzasın’a dönüşüyor.

Tasarım sürecinde son kullanıcının deneyimini hesaplayarak da üretiyorsun diyebilir miyiz?

Evet aynen öyle. Zaten o yüzden tasarım süreci tüm bu denemelerle başlasa bile, üretim sürecinde de devam ediyor; çünkü ben her parçayı yaparken kullanım sırasında oluşabilecek sorunları görmeye başlıyorum. İnsan tasarım sürecinde ne kadar her şeyi düşünse de aklına gelmeyen şeyler oluyor. Tüm süreci ben kendi ellerimde yaptığım için de o değişiklikleri ve minik ayarlamaları devam ettirebiliyorum.

Seramik konusunda bundan sonra hedeflerin neler?

Öncelikle ikinci jenerasyon yemek takımı serimi geliştirmeye devam edeceğim. Bir yandan da ‘Lithic’ serisiyle başladığım, daha heykelimsi parçaları duvara taşımayı düşünüyorum. Daha önce hep masa üzerine konulabilecek daha çanak tarzı parçalar üretmiştim. Şimdi daha duvar odaklı parçalara da konsantre olacağım. Bir de şimdilik daha hayal statüsünde olmakla birlikte Dublin’de farklı insanların da gelebileceği ve daha merkezi bir atölye ayarlamak istiyorum. Ben de Dublin’e taşındığımda atölye bulmakta çok zorlanmıştım. Benim durumumda olup da seramikle çalışmak isteyen insanlara da bir imkan verebilmeyi çok istiyorum.

yashabutler.com
Fotoğraflar: Becky Butler
ARZU SAK SEYHUN

Gastronom, peynir tadımcısı, meraklı ve heyecanlı bir yemek hikayecisi, bir nevi dünya vatandaşı. Yemeğin insana ve farklı kültürlere dair anlamlarının mütemadiyen peşinde.