TUNCA: GASTRO-POLİTİK HİKAYELERİN ANLATICISI

Bir yemek tabağının hafızası vardır. Tabağın konduğu masanın etrafında konuşulan bir dil, atılan kahkahalar, yapılan bir şaka, ciddi bir suratla ifade edilen ‘Ne olacak bu memleketin hali?’ sorusu… O tabak sosyolojinin günlük hayata baktığı objedir, yapılan yemeklerin içine binlerce yıllık felsefe geleneği katılır. Eklenen her yeni anıyla beraber tabağın belleği zenginleşir. Bir palette renkleri karıştıran ressam gibi aşçı yemeğe baharatları katar. Yemek tabağı içine sadece malzemeyi almaz; içine tarih, sosyoloji, antropoloji, felsefe ve bellek girer.

TUNCA’yla bir sabah Kadıköy’de buluşmaya giderken aklımdan bunlar geçiyordu. TUNCA İzmirli bir sanatçı. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversite’si Resim Bölümü’nü bitiriyor. Aynı zamanda eğitimli bir aşçı. 2014’te gerçekleşen Desire/Arzu sergisi için altı aylık aşçılık eğitimi alıyor. Boya, baharat, yemek malzemeleri, tuval, resim, sofra onun için ayrık üretim malzemeleri olmaktan çok, anlattığı hikayenin aracısı olarak kullandığı medyumlar.

Obur, meraklı ve becerikli bir çocuğun hikayesi anlattığı:

‘Yemeğe ilgi nasıl başladı diye sorar hep insanlar. Çocuklukla bağlamayı seviyorlar. Aslında bir performans, sergi çalışması sırasında, ya da yalnızca evin mutfağında yemek yaparken düşünmüyorsun başlangıç hikayesini. Çok değişik bir hikaye değil benimkisi; ve evet çocuklukla ilintili. Annem çalışıyordu. Çalışan anne-baba çocuğu olarak anneanne, babaanne elinde büyüyorsunuz. Babaannem mükemmel yemekler yapıyordu. Benim başlangıç hikayem de babaannemin yaptığı o lezzetli yemekleri çok miktarda yapma hevesimden çıktı. 11-12 yaşlarımda tarifleri babaannemden alıp eve gittim. Etli bamyayı çok severim. İlk yaptığım yemek de odur. Bamyayı, patlıcan oturtma, tavuk suyuna şehriye çorbası takip etti.’

Kolaya kaçmıyor TUNCA. İlk yaptığı yemekler damak tadı hakkında ipuçları veriyor. Bir yandan da geleceğin sanatçısı olarak yaratmanın, merak etmenin dünyasına adım atıyor etli bamyayla. Yine de alaylı kalmıyor. Akademi eğitimi alıyor, yıllar sonra yanına aşçılık eğitimini ekliyor. TUNCA’ya göre iki eğitim de geleneksellik ölçüsünde benzerlik gösteriyor:

‘Mimar Sinan’daki eğitim geleneksel sanat eğitimi, resim eğitimi. Bir atölye düzeni var. Siz bir profesörün altında onun bir anlamıyla çırakları olarak eğitim görüyorsunuz. O profesörün kendi doğruları, kendi perspektifi var. Ona uyum sağlamaya çalışıyorsunuz. Mutfak da, atölyeye benziyor. Bir şef ve şefin altında yetişen öğrenciler… Aynı çıraklık yapısı mutfakta da var. En iyi tabağı şef hazırlar, en iyi resmi profesör yapar. Siz şefin tabaklama sistemini öğrenirsiniz, profesörün fırça darbelerini taklit edersiniz. Şefin damak tadı en lezzetlisidir, profesörün gözü en seçkinidir. Bu anlamıyla her iki alan da geleneksel usta-çırak ilişkisini yeniden üretir.’

Ancak geleneksel sanat eğitiminin de, aşçılık eğitiminin de bugünlerde yetersiz kaldığı aşikar. TUNCA bunun bilincinde. Ne sanat, ne de yemek dış etkilerden bağımsız:

‘Ben pek çok genç arkadaşa temel sanat veyahut geleneksel sanat eğitimi yerine sosyoloji, tarih, felsefe okumalarını tavsiye ediyorum. Bir yapının içerisinden geldiğiniz zaman, bir sorunu, belirli bir dönemin problemleri üzerine üretecekseniz, o problemleri doğru tanımlamayı öğrenmelisiniz. Siyaset bilimi, fizik, kimya, biyoloji de öğrenilmeli, çünkü sanat bunlardan bağımsız, kendi başına estetik bir mecra değil. Eğer modernizm anlamıyla dış dünyanın bir tezahürünü oluşturuyorsak, dış dünya bütün bunların bir birleşimi. Sadece sanat öğrenmek tek başına yetmiyor.’

Benzer bir durum yemek için de geçerli; yemek tabağı çevresinde olan bitenden bağımsız değil. Politikadan, kültürden, kimyadan, estetikten tat alıyor:

‘İnsanın yemek yerken takındığı surat ifadesi, sofranın düzeni, hangi ortamda yemek yediği çok ilgimi çekiyor. En çok da her gün ekranda, sosyal medyada gördüğümüz politikacılar. Gezi zamanında Tayyip Erdoğan’ın eliyle tavuk yerken fotoğrafı paylaşılıyordu. Orada sadece bir tavuk yok, aynı zamanda sosyo-psikolojik bir temsil var. Tel Aviv’de Ariel Şaron’un yemek yerken fotoğrafının çekilmesi yasakmış. Yakın zamanda Benjamin Netenyahu ile Japon Başbakanı Şinzo Abe yemek yedi. O yemekte ayakkabı içerisinde sunulan tatlı, Japon kültürüne hakaret olarak görüldüğü için diplomatik krize yol açtı. Atatürk’ün oldukça düzenli bir sofrada çatal bıçakla yediği fotoğraflar, Erdoğan’ın elle yerken olan fotoğraflarıyla yan yana paylaşılıyor. Bütün bu semboller kafamı kurcalıyor.’

Politik liderlerin verdikleri temsillerin, bir anlamda yemek üzerinden yapılan propagandanın arkasından Desire/Arzu sergisi çıkıyor. 20. Yüzyılı şekillerinden politik liderlerin damak tadını araştırıyor TUNCA sergide. ‘Yeme içme kültürünün’ toplumsal belleğe nasıl yerleştiğini ve politika üzerinden nasıl üretildiğini takip ediyor:

‘Seçtiğim liderlerin portrelerini çizmeye başladım. Portre diyorum ama, aslında farklı öğelerle beraber çok katmanlı bir temsilden bahsediyorum. SSCB’de bir fabrika kantininde, dev Lenin freski önünde yemek yiyen iki işçiyi, Hitler’in kendisi için tasarlattığı, ünlü tasarımcıların elinin değdiği, şaşalı mobilya döşeli, ancak ironik bir şekilde hiç yemek yiyemediği bomboş yemek salonunu, Fidel Castro’nun Çin yemeği yerken önünde kola şişesiyle resmettim.’

Temsiller arasındaki ironiyi çıplak bir şekilde yansıtırken bir yandan politik liderlerin sevdiği yemekler ve taşıdığı mesajı araştırıyor TUNCA:

‘Çavuşesku ne seviyor diye sorarsan; istiridye, havyar ve ıstakoz cevabını alırsın. Onu istiridyeyle resmettim. Lenin ise ak darı ezmesinin en sevdiği yemek olduğunu söylüyor, çünkü savaş döneminde millet fakirken en çok bulunan yemek. Atatürk etsiz kuru fasülye, lahana turşusu ve pilav sevdiğini söylüyor. Orduda buna alıştığını belirtiyor. Churchill ise Yorkshire Pudding’in en favori yemeği olduğunu yazıyor. Her yemeğin arkasında bir mesaj var. Bu yemekler gerçekten en sevdikleri mi, yoksa bunu mu söylemek zorundalar? Fakirlik, bağlılık, kıtlık, milliyetçilik gibi mesajlarla geliyor her yemek tabağı.’

Yalnızca liderlerin yedikleri yemeklerin temsillerini oluşturmuyor TUNCA. Kendi de mutfağa giriyor ve hikayesinin peşinden gittiği bir yemeği izlettiriyor, izleyiciye tattırıyor:

‘2015’te Tuzlu Su temalı bienalde atölyem bienal mekanlarından biriydi. İsrailli küratör Nirith Nelson da atölyemi ziyaret etti ve bana Tel Aviv’de bir misafir sanatçı programı önerdi. Aynı anda gastronomi ve politika üzerinden bir sergi hazırladıklarını ilave etti. Aslında bu sergi de Desire üzerinden çıkmıştı. Orada boyoz üzerinden bir iş oluşturdum. Boyoz İzmir’in bir tadı olarak biliniyor. Aslında Sefarad mutfağına ait bir tarif. 1400’lerde Sefarad’ların gelişiyle İzmir’e geliyor. Sonrasında ise burada kalıyor. İsrail’de yalnızca bazı aileler evlerinde yaparmış. Boyoz’un belleği üzerine gittim. Tarif sabit ama yerel değişiyor.

Aynı misafir program kapsamında Doğu Avrupa Yahudilerine ait olan borş çorbası yaptım. Orada da farklı bir yerelliğe ait, ama kültürel olarak tanıdık bir öğeyi yeniden yorumlamak istedim. Biliyorum ki o yemek hem politik, sosyolojik olarak çok dolu. Hem de sanatçı ile izleyici arasında doğrudan bir iletişim alanı yaratıyor. Eseri tekil olarak sahiplenmek yerine o eseri paylaşılır hale getiriyorsun.’

 

TUNCA yemeği sanatsal üretiminde sıklıkla kullanan bir sanatçı. Yemek onun çalışmalarında hem toplumsal hafızanın taşıyıcısı, hem de sosyolojik bir okuma olarak kullanılıyor; çünkü TUNCA’nın kendi hafızası da çocukluğunun damak tadı üzerinden şekilleniyor:

‘Bizim yeğen lisede çok güzel resim yapardı dersiniz, ama o seviyede kalır. Ama yemek öyle değil. Herkesin ailesinde güzel yemek yapan biri mutlaka vardır. Mutfakta tüten yemek kokusundan, ağzımızda kalan tattan daha güzel bir anı yoktur çocuklukta hatırlanacak. Koku duyumuzun, damak tadımızın geliştiği yıllarda babaannelerimizin, anneannelerimizin elinden yediğimiz yemekleri arıyoruz bütün hayatımız boyunca. Ben aşçı olarak da o kokuyu arıyorum, o kokuyu yaratmaya çalışıyorum. Bir anlamıyla çocukluğumu hatırlamaya çalışıyorum.’

Portre fotoğrafları: İbrahim Karadeniz