GÜNEY FRANSA’DA GASTRONOMİK BİR KAÇAMAK

Okan Görür, Paris’ten kaçıp soluğu Güney Fransa’da aldı; Arles ve Gordes şehirleri ile Michelin yıldızlı Auberge La Fenière’de, sanatın gölge düşüremediği yarı gastronomik, yarı obur maceralarını kaleme aldı.

Size bir şehir tarif etmek istiyorum, bakalım bilebilecek misiniz? Genelde yollarda veya kaldırımlarda uzun süreli yol çalışması oluyor, iki-üç sokakta bir, binaların birinde kesin inşaat iskelesi kurulu, kaldırımların çoğu dar, bazılarında iki kişi yan yana yürüyemiyorsunuz, çocuk arabası sürmek de ayrı bir beceri gerektiriyor. Trafik ve park sorunu anlatılmaz, yaşanır. Kendine has trafik kuralları bile var. Yeşil yandığı an kornaya basanlar keyif katıyor yayalara. Önemli bir yabancı politikacı geldiği zaman bazı yollar kapatılıyor ve trafik ekstra felç oluyor. Havalar ısındığında metroların havasızlığı bayağı rahatsız edici oluyor. Son iki yıl içerisinde; gaz sıkışmasından dolayı bir pastanede patlama oldu ve neredeyse bütün sokak yok oluyordu. Bir kadın, kendisini fazla gürültü yaptığı için polise şikayet eden komşusunun evini ateşe verdi ve neredeyse bütün apartman yandı. Uzun süredir renovasyonda olan çok önemli bir tarihi eserde yangın çıktı ve önemli bir bölümü kül oldu. Uzun süreli yağmur yağdığında da sular yükseldi ve şehrin bazı bölümleri sular altında kaldı.

Evet, tanıdınız mı bu şehri? İstanbul, değil mi? Ama değil; bir ipucu daha vereyim. Geçtiğimiz sene 20 haftadan uzun bir süre, şehrin en önemli caddelerinden birine Cumartesileri metro ile ulaşamıyordunuz; çünkü protestolar vardı! Evet, artık bildiniz. Burası Paris. Gördüğünüz gibi Paris’te yaşamak da; tüm güzelliğine, gelişmiş toplu taşımacılığına, şehrin her iki yakasındaki kocaman ormanlarına rağmen hiç de kolay değil. Pahalılığını ise hiç yazmadım. Dolayısıyla burada da her fırsatta şehirden kaçmaya çalışıyorsunuz. Nitekim biz de böyle bir fırsat yakalar yakalamaz Güney Fransa’ya gittik. Bu yazıda gezdiğimiz ve keyif aldığımız yerleri yazacağım. Yolunuz düşerse, şimdiden iyi eğlenceler.

Unutmadan söyleyeyim, bu yolculuk arabada en fazla iki saat gidebilen; sonrasında sıkıntıdan sizin de arabadaki huzurunuzu bozabilecek altı yaşındaki bir kız çocuğu ile yapılmak üzere organize edilmiştir.

ARLES’DE VAN GOGH İLE PİRZOLAYA DOYMAK

İlk durağımız, kentin bir kısmı Unesco Dünya Mirası olarak belirlenmiş olan Arles. Bir kış akşamı evde Willem Dafoe’nin ‘At Eternity’s Gate’ filmini izlerken aklımıza düşmüştü. Dafoe, filmde Vincent Van Gogh’u oynuyor ve film ressamın Arles ve Auvers-sur-Oise’deki yaşamından bir kesiti anlatıyor. Van Gogh, sadece 15 ay bu bölgede yaşamasına rağmen yaklaşık 300 adet eserini burada resmediyor ve hafiften deliriyor (bkz. kulağını kestiği dönem). Burada yaptığı eserlerinden birinin adı da Le Jardin de la Maison de Santé à Arles.

Van Gogh’un ‘Le Jardin de la Maison de Santé à Arles’i.

Van Gogh bu resmi Arles’da hastanede yatarken çiziyor; hatta aslen sadece yeşillik olan hastanenin bahçesi, Van Gogh’un resimden sonra aynı renklerdeki çiçekler ve bitkiler ile bezeniyor. Şehrin birçok yerinde Van Gogh’un eserlerini yaptığı noktaları görebilirsiniz; ve hatta sırf bu iş için turlar da düzenleniyor. Merkezinde görülmesi gereken yerlerden biri de Van Gogh Vakfı. Kalıcı bir sergi yok, ama senede bir ya da iki kere Van Gogh’tan etkilenmiş ve bunu eserlerine yansıtmış sanatçıların sergileri oluyor. Biz gezerken Gürcü sanatçı Niko Pirosmani’nin sergisi vardı. En beğendiğim resimleri, hiç görmemesine rağmen hayal ederek çizdiği aslan ve zürafa gibi hayvanların bulunduğu kompozisyonlar oldu. Anlayacağınız, Paris’te hiç müze gezmiyormuşuz gibi, Arles’da da kendimizi bir müzeden diğerine atarken bulduk ve Van Gogh Vakfı’ndan sonra üç dakika yürüme mesafesindeki Réattu Müzesi’ne geçtik. Açıkçası ben burayı daha çok sevdim. Birinci sebep, müzenin 150 yıllık olması; ikincisi ise ressam Jacques Réattu’nun Arles’da doğup daha sonra eserlerini burada ortaya koyması. Bina, 1867’da, içindeki eserlerle birlikte, Réattu’nun kızı tarafından hayat boyu emeklilik maaşı ve oturabilme izni karşılığında belediyeye satılmış; ve 1868 yılında da müze olarak kullanılmaya başlamış.

François Gilot ile Pablo Picasso’nun 1952’de çekilmiş fotoğrafı; Réattu Müzesi’nde sergileniyor.

Müzede 1971 yılında Pablo Picasso’nun bağışladığı eserler de sergilenmekte ve odalardan bir tanesi de fotoğraf sergileri için ayrılmış. Şahsen en çok beğendiğim, 1952 yılında çekilmiş olan ve Pablo Picasso’yu terk eden tek kadın olarak da bilinen ressam François Gilot ve Pablo Picasso’nun siyah-beyaz fotoğrafı oldu.

Bir saatlik araba yolcuğu ve iki müze gezisi sonrasında acıktık tabii; ve kendimizi Le Criquet adında bir Fransız lokantasına attık. Tam hayalimdeki lokantalardan çıktı; maksimum 30-40 kişilik, fazla turistlik olmayan, mevsime göre değişen yerel malzeme kullanılarak oluşturulmuş bir menü ve yine etraftaki yerel üreticilerden seçilmiş bir şarap listesi. Öğle yemeğine damga vuran tabak kuzu pirzolaydı. Kızım kendi tabağını bitirdikten sonra, bol kekikli olmasına rağmen, benimkine de saldırarak babasının dengeli beslenmesine yardımcı oldu. Az yemek/bol şarap dengesine… Müthişti pirzola, dört kemikli eti bir arada pişirmişlerdi, hiç kurutmadan, ekstra sosa boğmadan; basit ama lezzetli.

Arles şehrinin dar ve pastel panjurlu sokaklarından bir detay.

Yemekten sonra yürüyüşe devam. Arles şehrinin bir özelliği de önemli bir hac yolu olan Camino de Santiago’nun bir parçası olması. Ortaçağ’dan beri devam eden hac, özellikle 1990’larda tekrar popülerliğini kazanmış. 2017’de 300.000 kişiden fazla insan bu yolu bitirmiş. Yürüyerek ve bisikletle bu rotayı bitirmek hem dini hem de sportif olarak büyük bir tecrübe oluyormuş. Farklı rotalar var tabii; ama hepsi İspanya’nın Santiago de Compostela şehrinde, yani Aziz James’in mezarının olduğu noktada bitiyor. Bizim için ise Arles’in dar ama düzenli ve renkli çiçeklerle dolu sokaklarında gezmek yeteri kadar huzurluydu; dolayısıyla hac yolunda ilerlememize şimdilik gerek yok. Biz kalacağımız yere doğru yola çıkalım.

SÜRDÜRÜLEBİLİR (VE MİCHELİN’Lİ) BİR ÇİFTLİK EVİ: AUBERGE LA FENİÈRE

Auberge La Fenière, Arles’den bir saat uzaklıkta bir çiftlik evi. Lourmarin ve Cadenet adında iki köyün arasında, yeşillikler içeresinde doğayla baş başa ve kendi sebzelerini yetiştirdikleri bahçesi ile gönlümüzü fetheden bir otel. Mevsimine göre kendi domateslerini, patlıcanlarını, yeşil kabaklarını, bezelye ve enginarlarını yetiştiriyorlar. Bahçeyi aromatik, sebze ve şifalı olmak üzere üçe ayırmışlar. Ekim yaparken sürdürülebilirliğe de çok önem veriyorlar. Bahçenin başarısını, insan, toprak ve bitkilerin uyumuna bağlıyorlar. Tümünün birbiriyle etkileşimine izin vermek gerektiğini düşünüyorlar. Sebze bahçesi dışında; bir de senede 450 litre civarında zeytinyağı elde ettikleri bir zeytinlikleri de var.

Auberge La Fenière’nin zeytinliği ile bistro alanı.

Tüm bu hikayenin baş aktörü ise Reine Sammut. Montpellier’de eczacılık okurken kocası Guy Sammut ile tanışıyor ve kayınvalidesinden Akdeniz mutfağını öğreniyor. 1975’te ilk restoranlarını açıyorlar ve 1995’te Michelin yıldızını almayı hak ediyorlar. 1980 yılında ise kızları Nadia doğuyor. Nadia, 29 yaşında iken bağışıklık sisteminin çökmesi ile hastaneye kaldırılıyor; ve kendisine çölyak intoleransı teşhisi konuluyor. Zaten kimyager olan Naida da bu noktada annesi ile birlikte mutfağa girip glütensiz yemek konusunda uzmanlaşıyor. Sammut ailesi, dışarıdan aldıkları ürünlere çok dikkat ediyorlar; örneğin Camargue pirinç çiftliğinden tarım ilacı görmemiş pirinci, Luberon’un kuzeyinde bulunan bir çiftlikten ise nohutla beslenen domuzların eti giriyor mutfaklarına.

Auberge La Fenière’de iki lokanta var. Biri fiks menü servisi verirken, diğeri alakart menü ile hizmete yönelik, daha bir bistro havasında tasarlanmış. Hem akşam yemeğimizi, hem de Pazar günü brunch’ını bistro tarafında yaptık. Yediğimiz her tabaktan lezzet fışkırıyordu; fakat beni en çok etkileyen şeyi belirtmek istiyorum: Ekmekleri! 2017 Nisan’dan beri Paris’teyiz ve ben bir ekmek sever olarak, gittiğim her lokantada ve boulangerie’de mutlaka ama mutlaka ekmek yerim veya alırım. Net bir şey söylüyorum: Bu kadar iyi ekmek hiç yememiştim. Glütensiz olduğunu tekrar hatırlatmak isterim. Öğrendim ki Nadia da benim gibi bir ekmek tutkunuymuş; ve hastalığından dolayı araştırmalarında taa kadim Mısır medeniyetlerine kadar gitmiş. Görmüş ki ekmek, antik Mısır’da çoğunlukla glütensiz hazırlanır, toprak kaplarda ve taş üzerinde pişirilirmiş. O da bu doğrultuda denemeler yapmış. İyi ki de yapmış. Nitekim pazar günü brunch’ımızda şarabımı yudumlayıp şuursuzca bu ekmeklerden yerken, beni kendime getiren tek şey, bu halimi gören eşimin yüzündeki ifade oldu.

Nadia Sammut ile Auberge La Fenière’nin muhteşem ekmeklerinden bir kesit. Fotoğraflar: Auberge La Fenière.

Reine ve Nadia Sammut, ekmeklerinde pirinç, nohut, kestane ve diğer tahıllardan yapılan unları kullanıyorlar. Bu arada yazıda hiç Reine’nin eşi Guy Sammut’tan bahsetmedim, fakat işin gerçeği şu ki, Reine yeni yaptığı yemekleri önce kocasına tattırırmış. Kendisi dünyadaki en şanslı adamlardan biri olmalı. Kısacası, Auberge La Fenière, Güney Fransa’ya geldiğimde tekrar kalmak isteyebileceğimiz özel bir otel olarak kalbimizde yerini aldı.

GORDES’TE ÖĞLE YEMEĞİ

Bir sonraki durağımız arabayla 43 dakikada mesafede bulunan Gordes oldu.  Gordes’in neden bölgedeki en meşhur tepe köy olduğunu arabayla yaklaşırken anlıyorsunuz. İki senedir seyahatlerimizde gördüğümüz diğer köy ve kasabalar gibi müthiş düzenli, tertemiz ve sakin bir yer. Ahşap panjurların ve kapıların harika tonlardaki renklerle boyanması ve bahçelerinin hep bakımlı olması bu köyleri ve kasabaları sevmemin en büyük nedenlerinden. Gordes’de, Arles’te olduğu gibi, Roma İmparatorluğu’ndan kalma tarihi eserler var. Gordes, tarihi boyunca işgalcilere direniş rolünü üstlenmiş; bunun en güncel örneği de İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşanmış. Savaştan sonra köy yeniden yapılanırken, Gordes, Victor Vasarely gibi sanatçıların dikkatini çekmiş ve sonrasında birçok sanatçıya ev sahipliği yapmış. Mevsiminde giderseniz, Senanque Manastırı’nın bahçesi lavanta tarlaları ile çevrili olduğu için harika bir manzara ile karşılaşıyormuşsunuz, fakat biz maalesef tutturamadık bu mevsimi. Bu yazıyı okuyup da mevsiminde ziyaret eden olursa olumsuz anlamda kıskançlık yapmam, söz.

Gordes’e uzaktan bakış.

Gordes’te öğle yemeğimizi L’outsider’de yedik. Karı-kocaya ait sarnıç içinde olan küçük bir lokanta. Yerel malzemelerle hazırlanmış, basit ama lezzetli yemekler peşinde olan şef Patrice de Rosa ve biz oradayken ikinci çocuklarına hamile olan eşi, evlerinde misafirmişizcesine çok sıcak ve samimi bir şekilde ağırladılar bizi. Uzun süre yurtdışında çalıştıktan sonra Fransa’ya geri dönmeye karar verip, sakin ve huzurlu bir hayatı seçmişler. İlk çocukları da kızımla arkadaş olunca lokantadan aldığımız keyif bir kat daha arttı. Ben başlangıç olarak kaz ciğeri yedim, eşim pırasayla eşleştirilmiş füme somon istedi, ve ikisi de başarılıydı. Ana yemek olarak benim canım yine et çektiği için Burgonya bölgesinin ünlü Charolais sığırından bir bonfile yedim. Evet itiraf ediyorum; pek ilginç değildi, fakat çok lezzetliydi. Eşim ilk başta ana yemek yemem derken, kızımın pirzolasını tadınca kendine de söyledi. Zaten Şef De Rosa, eğer ki etsever iseniz, pirzolasını mutlaka denemenizi öneriyor. Son olarak da bir lezzet bombası denedik diyebilirim. Harika bir vanilyalı custard üzerinde ganaşlı sıcak çikolatalı kek. Aslında hem custard’da hem de ganaşta krema kullandıklarını düşününce acaba ağır olur mu diye düşünmedim değil; fakat Fransızların iyi krema konusundaki takıntıları ve şefin tüm denediğimiz yemeklerde yakaladığı dengeyi düşününce, bu sıcak kekin kötü olma şansı zaten hiç yoktu.

Yemekten sonra Gordes’in ara sokaklarında kaybolup keyif yapmaya devam ettik. Meydandaki Le Miel Peyron’dan aldığımız lavantalı balımızı ve hala sırası gelmediği için açamadığım zeytinyağını yanımda taşıyadurayım, gittik Le Petit Comptoir’da dondurma yedik. Ev yapımı olması dışında çok iddialı olduğunu söyleyemeyeceğim ama çocuklu aileler için ideal bir yer. Sürekli iyi yemek, şarap peşinde olanlar; biraz da çocuklarınızı düşünün!

Fotoğraflar: Okan Görür. 
OKAN GÖRÜR

Kuzu incikle tanışmasından kısa süre sonra lokantacı olma cesaretini gösterip, misafirinin sırtına şarap dökerek kendisini geliştiren uzun masa muhabbetlerine bayılan, en az iki sene daha paris’te yemek zorunda kalan, sefa ‘peşinde’ki kişi. Ama herşeyden önemlisi Yasemin’in babası.